(1960’lı yıllar)
Kavalcı Yaşar horon havasını hızlandırdı hızlandırmasına ama Bölümlü’nün yorgun kadınlarını bir türlü kendine getiremedi. Ayaklarını sürüklercesine yürüyorlar. Başları öne eğik ‘’yinemi sabah oldu’’ dercesine bitkin.
Kolay değil her gün Çifte burun dağına on sefer oduna gitmek. Altmış kiloluk odun yükünü sırtında taşımak. Bu işin yanında ev işlerini de yapmak.
Hayat Bölümlü’nün vefalı kadınları için zorlu ve sıkıntılı bir yol. Bitmek tükenmek bilmeyen işlerin arasında çetin bir yaşam biçimi. Sadece çifte burun dağından odun taşımak mı var? Günlük yemekleri hazırlamak, ahırda hayvanların bakımını yapmak, sütlerini kaynatmak, yoğurt için mayalamak ve en önemlisi çocukların bakımı ile ilgilenmek. Hepsi kadınların eline bakıyor. Bunca işin üstesinden geldikten sonra uyuyacak ve sabah erken kalkıp yine çifte burun dağına oduna gidecek.
Gece yavrusu huzursuzluk yaptığı için uyuyamayan anne şafak söktüğünde hayatından bezmiş bir vaziyette etrafındakilere ayak uydurmaya çalışıyor. Kavalcı Yaşarın horon havası gürültü gibi geliyor kulaklarına.
Yanındakine sesleniyor.
- - Çok yorgunum Mavranlı hala çook. Şuracıkta Allah canımı alsa da kurtulsam. Nasıl akşama ulaşacağımı bilmiyorum. Evdeki işlerimde duruyor, bitiremedim.
Bu töre böyle yazılmış. Nereden ince ise oradan kopsun demeden çalıştılar. Durmadan dinlenmeden, kimsenin acımasını vefa göstermesini beklemeden çalıştılar. Çalışmak zorundaydılar.
Ama nereye kadar?
Gün boyunca yükün altında sırılsıklam olan elbiseleri bilmem kaç kez sırtlarında kurudu. Alınlarından akan terle yanan gözlerini yıkayamadılar. Vücutlarını esir alan bel ağrılarını, sırt ağrılarını onca işin ve yorgunluğun arasında sineye çektiler. Kimseye bir şey söylemediler. Şikayet etmediler.
Şikayet edenler ise hep aynı mazeretle karşılaştı;
- - Doktor zamanımı şimdi? Odunlar yollarda rezil mi olsun. Hele odunu eve bir indirelim.
Ağrılar sızılar romatizmaya döndü, vücutlar kireçlendi ama çaresizlik hiç değişmedi.
- - Mısırları eve sokmadan olur mu? Biraz daha sabır kızım. Ne yeriz ne içeriz sonra. Hele harmanı bir yapalım.
Sırtlarından akan terle ıslanan, yıkanıp kurutulamayan elbiseleri vücutlarında kuruya, kuruya eskidi. Romatizmalar bedenlerinde yer tuttu, ağrıdan sızıdan dolayı uyunamaz olunan gecelerle tanışıldı.
Ama ne fayda.
Bu kısırdöngü bilmem kaç kez tekrar oldu. İlçenin tek hekimi Hüseyin Beyden başka bir hekime görünmek mümkün olmadı. Bir dizi hastalık bünyeleri sardı ve genç yaşta çelik gibi bedenler heba oldu.
Yaşlılıkta da kaderleri aynıdır. Ağrılar, sızılar ve bitip tükenmeyen pişmanlıklar.
- - Ahh ben ne yaptım, ne yaptım da bu hastalıkları kaptım.
- - Anne bir şeyin yok. Vehim yapıyorsun. Kendini bu kadar dinleme.
Şimdi ‘’Ahh! Vefasız dünya dese ne olur’’ Vefasızlık dünyanın bir kusuru değildir ki.
Hep aydınlık günleri beklediler. Bir türlü gelmeyen aydınlık günleri. Hayat şartları hiç değişmedi. Bir yıl öncesinden daha iyi olmadı. Geçmişin vefalı kadınları heba oldular. Ağlaya, ağlaya geldikleri dünyada bir türlü gülemediler. Onca çile cefa yetmiyormuş gibi kaynana, kaynata stresi de çektiler. Fakirliğin gözü kör olsun, bir türlü ayrı bir eve çıkamadılar.
Hep bu hayal ile yaşadılar. Ama mümkün olmadı. Mümkün olduğunda ise işe yaramadı. Ömür bitmiş, sağlık gitmiş yaşlılık gelip çatmıştı.
Öyle ya adı gelin olunca onunda bir insan olduğu akla gelmedi. Yorulduğu, istirahat etmesi gerektiği düşünülmedi. Gençliğine bakıldı sağlığı hep ötelendi.
‘’Bende insanım’’ dediler mütemadiyen. Cılız seslerini duyan oldu, ama anlayan olmadı.
- Bizim gelin seksen kiloya eyvallah etmez. Çifte burun dağına günde on iki sefer atıyor.
- Benimki bir yaprak süpürür, beş gelin bir araya gelse yaptığı işi yapamaz.
- O da laf mı? Gelin benim gelinimi görün. Ev işleri yarım saatte tamam. Yemek önünde.
Duygularını irdeleyen, hayallerini beklentilerini soran soruşturan çıkmadı. Bir makine gibi hep çalıştırıldılar. Geçmişin vefalı kadınları çok eziyet çektiler.
Şimdi ölenleri öbür dünyada mutludur. Ağrıları sızıları dinmiştir. Odun işi, çayır işi, hasat işi, yaprak işi dertleri yoktur. Ev işi de yapmıyorlar. Herhalde her birine Bölümlü köyünün tamamını versek geri dönmek istemez. Geride kalanları ise ağrılar sızılar içinde ömür tüketiyor.
Mavranlı hala dermansız düştüğü günlere, ağladığı zamanlara ve döktüğü gözyaşlarına özlem duymuyor.
Belki de, keşke beni anlayabilselerdi, ne kadar yorgun yaşadığımı bilebilselerdi diyor. Zaten onca derdin ve eziyetin içinde heba ettikleri bedenlerini uzun süre taşıyamadılar. Sefasını süreceğiz diye hayal ettikleri dünyadan genç yaşlarında göç ettiler.
Onların hıçkırıklarını duymak isterseniz çifte burun dağına giden yolları dinleyin. Hayallerini, umutlarını, beklentilerini anlamak isterseniz harman yaptığınız tarlalara, çayır kestiğiniz dağlara ve yaprak süpürdüğünüz ormanlara sorun. Onları sırtlarında çayır yükü ile kom yolunda göreceksiniz. Onlara isimleriyle seslenin, anne diye çağırın, seslerini duyacaksınız. Yaşadıkları eziyetlerin izleri hala oralardadır.
O vefalı kadınlar, o çektikleri çileleri, acıları yüreklerinde gizleyen başka hiçbir kimseye hissettirmeyen kadınlar annelerimiz, babaannelerimiz mezarlarında dua bekliyorlar. Rüyalarımızdan başka, dualarımızdan başka bu dünya ile baki kalan iletişim kanalları yok.
Onlara dua gönderin. Bundan memnuniyet duyduklarını hissedeceksiniz.
Mustafa Yılmaz Kar